"Yeni anayasa" tartışmalarına ve çözüm arayışlarına normsal katkı: "Medine Sözleşmesi"
Strateji Düşünce ve Analiz Merkezi'nin (SDAM), "Medine Sözleşmesi: Kapsamı ve Niteliksel Boyutu" başlıklı analizinde, "referansı İslam, mucidi Hazreti Peygamberin olduğu sözleşmenin; İslam’ın ana şemsiye olduğu, gayr-i ahlaki yaşamı ve hukuk ihlalinin çiğnetilmediği; bu insani ve hukuki çerçeveyle kimseye inanç ve yaşam dayatmayan, adalet temelli 'yeni bir toplum' inşasını amaçladığı ve gerçekleştirdiği" vurgulandı.
Yazar Sidar Ergül, SDAM için “Yeni Anayasa” tartışmalarına ve aranan çözüm arayışlarına düşünsel ve normsal alternatif katkı sağlaması amacıyla Medine Sözleşmesinin; bir örneklem, yaşanmış bir tecrübe ve tarihi gerçeklik olarak göz önünde bulundurulup değerlendirilmek üzere "Medine Sözleşmesi: Kapsamı ve Niteliksel Boyutu" başlıklı bir analiz kaleme aldı.
Analizin 'Önsöz'ünde; ülkenin çok kültürlü ve farklı etnik yapılı, mozaik gerçekliği karşısında bilhassa son yüzyıldır pek çok acının yaşandığını hatırlatan Ergül, süregelen toplumsal, siyasal, hukuki sorunların merkezinde; tek tipçi dayatmaların, ideolojik kuşatmaların, çağdaş ideolojik saplantıların, yakın tarihin kodladığı korku evhamlarının olduğunu ifade etti.
Ergül, bu sorunların merkezinde ayrıca insanların içine yuvarlandığı/yuvarlatıldığı gereksiz siyasi, etnik tarafgirliklerin, bürokratik aktörlerin adalet ve merhametten yoksun muameleleri ile yapbozlarla sürdürülen eğitim sistemsizliği ile siyasal erklerin dayatmacı ve biçilmiş kalıplar içinde insanların adeta tornadan çıkarılmak istendikleri hedeflerin de büyük tesirlerinin olduğu kaydetti.
Medine Sözleşmesi’nin pratik bulduğu ortama işaret eden Ergül, sistemli, hukuki, askeri, siyasi organizasyondan yoksun bir ortam ve toplum içinden çağlar üstü kapsamlı bir devletleşme, hukuklaşma pratiğinin ortaya çıktığını belirterek sözleşmenin bu kapsamda "insanlık tarihinde bir dönüm ve dönüşüm atılımı olduğunu" kaydetti.
Normatif ve siyasal kapsamlı bir toplumsal sözleşme
Analizin giriş kısmında Medine Sözleşmesi'nin Medine’deki tüm taraflar arasında Hazreti Peygamberin öncülüğünde meydana geldiğini anımsatan Ergül, "Kur’ân-ı Kerim’in 'kitap' oluşu, 'Kalem' sûresiyle hitabı ve insana onunla yazmayı öğretildiğinin hatırlatılması gibi hususlar, sözleşmenin zuhuruna referans kabul edilmekle birlikte Medine’de tarafların ortak katılımı ve kabulüyle gerçekleşen, hukuki bağlayıcılığa sahip yaptırımları içeren -normatif ve siyasal kapsamlı- bir toplumsal sözleşmedir." dedi.
47 madde ile 6 fırka şeklinde tasnif edildi
Sözleşmenin, Medine’de Hazreti Enes’in evinde şehirdeki gayr-i müslim temsilcilerinde katıldığı istişare toplantısı sonucunda hazırlandığını ve sözleşmenin, 47 madde ile 6 fıkra şeklinde tasnif edildiğini aktaran Ergül, Medine Sözleşmesi'nin kendisinden önce ve farklı yerlerde meydana getirilen (Urgakina, Klistenes gibi) kimi kanuni düzenlemeler ile devamında uzun yıllar boyunca benzerinin ortaya konulmamasının, “toplumsal mutabakatı” temsil bakımından tarihteki “ilk hukuki ve siyasi belge” olma özelliğini hak ettiğini vurguladı.
Medine’de İslam Peygamberi’nden ve İslam’dan evvel bir devletin kurulmaması ve herkesi kuşatan, bağlayıcı bir liderin-yöneticinin bulunmaması ile halk grupları arasında yaşanan etnik, dinsel ve rekabet odaklı ayrışmaların yaşanması gibi etmenlerin varlığına işaret eden Ergül, bu etmenlerin Hazreti Peygamberin dinsel ve karizmatik liderliğinde gerçekleşen sözleşme ile devletleşme sürecinin yaşanmasını da kolaylaştırdığını ifade etti.
Ana hususlar belirlenerek kayıt altına alındı
Sözleşmenin, mahiyeti ve kapsamı itibarıyla Medine’de (ilk) İslami devlet vasfına haiz yapının resmen ve hukuken kurulduğunun belgesi hüviyetinde olduğunu belirten Ergül, "Bu hukuki metinle Medine’de vücut bulan “yeni” devletin sınırları belirlenmiş (haram bölge), devletin idari ve hukuki işleyişi, inanç hürriyeti ve kişi ile topluluk hürriyetinin nizama tabi sınırları, askeri ve savunma ilkeleri gibi ana hususlar belirlenerek kayıt altına alınmıştır." diye ekledi.
Ergül, "Sözleşme öncesinde Müslümanlar zaten bir bütünü ifade etmekte, Peygamberin rehberliğinde dini ve siyasi bir cemiyet meydana getirmişti. Fakat burada farklı olan ve üzerinde durulan ana hususlar; Medine şehriyle özdeşleşen yeni siyasi teşekkülün mevcudiyeti ile sağlanan siyasi-toplumsal sözleşmedir. Sözleşmenin temel niteliklerinden biri; Hz. Muhammed’in Müslümanların peygamberi, (tüm şehrin ve halkın temsilcilerinin onayı ile) devletin başkanı, ordunun ve hukuki işlerin de başı olmuş olmasıdır. Bu parametreler ile modern devlet kavramı da dikkate alınarak değerlendirilmek istendiğinde bile 'devletsiz, hukuksuz' bir toplum yaşamı içinde '(İslami merkezli) adalete dayalı bir siyasal hukuki nizam' tesisine gidildiğinin ortada olmasıdır." ifadelerini kullandı.
Sözleşmenin "hukuki, siyasi ve içtimai" değerlendirmesi
Analizin devamında sözleşmenin "hukuki, siyasi ve içtimai" değerlendirmesini yapan Sidar Ergül, şunları kaydetti:
"Sözleşme’nin 'çerçeve anayasa' nitelemesine haiz olduğu ifade edilebilir. Fakat günümüz anayasa normları ve örnekleri bağlamında kıyaslandığında tam kapasiteli ve tam teşekküllü bir anayasa olduğu söylenemez. Böyle bir kıyasın yapılacak olması da ilmi usule aykırılık ile tarihsellik olacağı gibi anakronizme götüreceği dikkate alınmalıdır. Sözleşmenin kendi şartları, mozaik sosyal gerçekliği içinde son derece üst düzeyde olduğu bir gerçektir.
Sözleşme, Medine’nin farklı kabileleri/toplulukları ile inanç zümreleri/ümmetleri ile toplum grupları arasındaki sorunlar ve yaşanan hicret gibi olağanüstü koşullar içinde hazırlanmıştır. Sözleşmeyle yaşam hakkı, kişi hürriyeti, can dokunulmazlığı, mülkiyet hakkı, hukuk üstünlüğü, inanç hürriyeti, ceza hukuku ve hukuki özerklik teminat altına alınmıştır.
Düşmanın çok, nüfusun az olduğu bir gerçeklik karşısında 'güvenlik stratejisi' ile askeri, savunma boyutunun öne çıktığı 'yeni' devletin sınırları da (Md.39/haram bölge) belirlenmiştir. Hz. Peygamber; Medine’nin sınırlarını (haram bölgeyi) belirlemek üzere sınır noktalarını (o günün imkânları içinde genellikle yüksek tepeleri belli-işaretli taşlarla) işaretlemiştir.
Sözleşmede devlet ve düzen/nizam hukukuna yer verildiğinden günümüzün kavramsal ifadeleriyle bir 'kamu hukuku' anlayışı söz konusudur. Bu durum teoride kalmayıp pratiğe geçirilen 'fiili/cari hukuk' uygulaması olmuştur.
Sözleşme metni, 'anayasa-kamu hukuku' diline sahiptir. Haklar ve sorumluluklar, 'yazılı hukuk' ile kayda alınmıştır. Dolayısıyla bağlayıcıdır. Metinde çok kez geçen 'kitap, sahife' fadeleri de günümüz hukuk ilmi nazarıyla 'hukuki norm' oluşuna kanıt olup bağlayıcı ve müeyyideli olduğunu gösterir.
'Kabileci' anlayış yerine İslam’ı merkeze alan 'ümmet' anlayışı
Sözleşme, Araplar arasında yüzyıllardır süregelen 'kabilecilik/aşiretçilik' anlayışına dönük büyük bir dönüştürme özelliğine sahiptir. Zira sözleşmede, Müslümanlar açısından 'kabileci' anlayış yerine İslam’ı merkeze alan 'ümmet' anlayışı öne çıkmıştır. Sözleşmede 'kavim, kabile, aşiret' gerçekliğini inkâr etmemekle beraber toplumsal bir dönüşüm ve dönüştürme ruhuyla tevhidi inanç temelli, aynı gaye üzerinde birleşmiş ve kenetlenmiş yeni bir toplum inşası söz konusudur. Metinde yer alan umumu/halkın tümünü ifade eden 'şa’b' kelimesinin tercihi, 'kabilevi' bakış yerine bugünün ifadesiyle daha kapsayıcı olan 'vatandaşlık' anlayışı benimsenmiştir. Burada 'bazıları vesikayı, demokrasi ve çoğulculuk ekseninde ele alır ve dayanak kılar. Bunun sıhhat ve verimliliği vesikanın doğru anlaşılması ile mümkündür. Vesikanın içinden çıktığı toplumsal ve kültürel yapının irdelenmesi gerektiği ise açıktır.
Tek din, tek etnik, tek hukuk, tek kabile, tek yaşam… dayatması yapılmadı
'Devlet başkanlığı modeli' hakkında sözleşme irdelendiğinde siyasal sistemler açısından nispeten 'başkanlık tipi' ve 'konfederatif' bir benzemenin olduğu söylenebilir. Çünkü Hz. Peygamberin liderliğinde merkezi bir hükümet/başkanlık icra makamı, idari merkez/başşehir ve hukuki bağlamda federatif bir idare şekli anlaşılmaktadır. Toplum yapısı ise farklı etnik ve dini unsurlardan oluşup herkesin kendi 'iç hukukuna tabi olduğu' ancak siyasi, idari, askeri ve yüksek yargı bakımından 'merkezi' yönetimin esas olduğu bir federasyon niteliği anlaşılmaktadır. Sözleşmeyle sağlanan hukuk düzeninde kimseye tek din, tek etnik, tek hukuk, tek kabile, tek yaşam gibi hiçbir dayatma yapılmamıştır.
'Bir arada yaşam modeli' ortaya konuldu
Sözleşmede 'çoğulcu bir toplum, dini ve ahlaki özgürlükçü ile hukuk anlayışı' hâkimdir. Sözleşmede; Müslümanlar, Müslüman olmayan Araplar, Yahudiler vs. kapsam dâhilindedir. Bu da katılımcı ve kuşatıcı toplum-hukuk ilişkisi bakımından önemlidir. Böylelikle hukuk dâhilinde tarihe büyük bir örneklik olarak geçen 'bir arada yaşam modeli' ortaya konulmuştur. Ne zaman ki bu ihlal edilmiş, haklar çiğnenmiş ve İslam nizamını tehdit ve tehlikeye sokacak işlere girişilmiş o vakit cezai müeyyide prensibi de işletilmiştir. Hz. Peygamber zamanında yaşanan Hendek muhasarasında Yahudilerin hem sözleşmeyi çiğnemesi hem de Medine’yi kuşatan müşriklerle iş birliğine girerek hukuku çiğneyip ihanette bulunmaları neticesinde gereğinin yapılması bunun göstergesidir.
Sözleşmenin ve doğurduğu devletin dayandığı temel hukuk normları ise şu şekilde karşımıza çıkmaktadır: Kur’ân-ı Kerim, Hz. Peygamberin sünneti, örf/amme hukuku ve içtihattır. Kanun yapıcılığında ise Allah, Resulü ve adalet eksenli örfi uygulamalar zikredilmiştir. Kişiler kendi inanç dünyasında hür bırakılmış ancak merkezi yargı noktasında kargaşaya mahal vermeden Hz. Peygamber herkes için ana çözüm mercii kabul edilmiştir. Bu bakımdan okunduğunda günümüze uyarlanınca 'genel idare hukuku/danıştay, yüksek yargı gücü olarak anayasa mahkemesi' gibi oluşumlara götürülebilir.
Gayrimüslimlere, İslam hukuku dayatılmadı
Gayrimüslimlere, İslam hukuku dayatılmamıştır. Şayet dayatma olsaydı İslami hukuk söz konusu olmazdı. Medine yönetiminde yaşayan gayrimüslimlerden dileyen olursa ona göre muhakeme edilebilirdi. İslam hukukunun nass/kesin hüküm belirtmediği durumlar karşısında dinin ana ilkelerine aykırı olmama şartıyla örf çerçevesinde en uygun neyse ona göre adım atılabilir, içtihatta bulunulabilir. Bunun sonucunda tarih boyunca Müslüman devletlerin müktesebatında ciddi bir amme/örf hukuku oluşmuştur.
Metinde özellikle (ilk kez) 'suçun şahsiliği' gibi son derece hayati öneme haiz hukuk kıstasının kapsamı dikkat çekicidir. Böylece adalet ilkesine hayatîlik kazandırılmış hem kabilevi/ötekileştirici Arap anlayışında hem de ilkçağlardan beri diğer toplumlarda görülebilen 'kolektif ceza' toptancı suçlamalar ve cezalandırmalar gibi gayr-i insani ve gayr-i hukuki bir muameleye de son verilmiştir. Zira asabiyenin/kabileciliğin hâkim olduğu, ötekinin varlığı, hukukun üstün ve bağımsız olmadığı topluluklar arasında 'hukuki eşitlik, adalet' gibi hakikatlerin zuhur etmesi ütopyadır. Çünkü 'Asabiye, akrabalar arasında dayanışmayı, sahiplenmeyi haklı olup olmadığına bakmadan savunabilmeyi ifade eder. İslam öncesinde ve İslam’ın topluma egemen olmadığı durumda bir kabile ferdine yapılan saldırı, tüm kabileye/aileye yapılmış sayılır, devreye intikam girer/kan davalarına dönüşürdü. Bu durum, zaman zaman diğer kabileye karşı başka kabilelerle ittifaklar kurma şeklinde de zuhur edebilir, kanlı çatışmalara yol açabilirdi. Sözleşme, kabile sosyolojisini yok saymamakta (Md.25) ancak kabilevi öncelik ve tahakkümü reddederek yerine akide/inanç temelli bir birliği, ihya ve inşa edilmiş yeni bir toplumsal düzeni yerleştirmektedir. Aksi halde İslamî birliği gerçekleştirmek mümkün olmayacaktır.
Hedeflenen, intikam-düşmanlık değil dayanışmadır
Bu bahisle referansı İslam, mucidi Hz. Peygamberin olduğu sözleşme; İslam’ın ana şemsiye olduğu, gayr-i ahlaki yaşamı ve hukuk ihlalinin çiğnetilmediği; bu insani ve hukuki çerçeveyle kimseye inanç ve yaşam dayatmayan, adalet temelli 'yeni bir toplum' inşasını amaçlamış ve gerçekleştirmiştir. Hedeflenen, intikam-düşmanlık değil dayanışmadır. Ancak olası suç işlenmesi ya da esir düşenlerin kurtarılması gerektiği durumlarda karşılanması gereken mali yükümlülükler tüm kabileye yüklenmiştir. Böylelikle bireysellik yerine el birliği/kamusal sorumluluk ile sorunların aşılması amaçlanmıştır. Muhammed Ebu Zehra, söz konusu diyet meselesine dair usulün kısasa dair nassın nüzulü esnasında ortaya çıktığını, buna göre kısasta müminlerin tümünün (devletleşince kamu maliyesi) maktulün ailesine yardımcı olacağını aktarır. Nihayetinde bunun ilkesel ve eylemsel bir bütünlüğü ihtiva ettiğinin, müminler topluğunun ahlaki vasfı olduğunun, hukuki zorunluluk kazandırıldığının altı çizilmelidir.
Sözleşmede (örneğin diyet gibi) sosyo-ekonomik sorumluluk bireysel değil ilgili ittifak unsurlarına yani siyasi cemiyeti temsil edenlerin tümüne yüklenmiştir. Asabiye ruhu, psikolojik ve sosyolojik bir gerçeklik olsa da bunun eski cahiliye geleneğinde sürdürüldüğü gibi bir devamlılık mecburiyeti de yoktur. İslam, insanlara yeni bir hayat sunmaktadır. Akide olarak inancın özünde 'tevhid' , toplumsal olarak merkezinde 'adalet' vardır. Sözleşmede de bunlar öne çıkarılmıştır. Bu noktada 'suçun bireyselliği esas' alındığı gibi olası suç işlenmesi durumunda ayrımcılık olmayacağı da deklere edilmiştir.
Eman (himaye) ilkesi ile günümüzün uluslararası ilişkiler, diplomasi boyutu öne çıkmıştır. Burada da belirlenen ana kriter, verilecek himayenin Müslümanların varlığına, güvenliğine, selametine aykırı olmamasıdır (Md.43). Egemen güç, Müslümanlar olurken ülkenin varlığına dair sorumluluk ise devletin sınırları içinde mukim olan herkese teşmil edilmiştir. Sözleşmenin kapsadığı tüm bileşenlere can, mal, din emniyeti güvencesi verilmiştir. Burada 'hukuksal eşitlik ilkesi' işletilmiştir.
Hz. Peygamber, yüksek yargı icra makamıdır
Zimmet ilkesi ortaya konulmuş, bağlayıcılık sağlanmıştır. Bununla da 'saygı ilkesi' ortaya konmuştur. Bunun için ('sizin dininiz size, bizim dinimiz bize' şeklinde) Kâfirun sûresinde vurgulandığı üzere ve Bakara sûresinde belirtilen 'dinde zorlama yoktur' ilkesi temel kaidelerdir. Ancak daha önce de değinildiği gibi haksızlık kimden gelirse gelsin din, kabile, aile, şahıs ayrımcılığı söz konusu değildir, esas olan hukuktur. Bu bağlamda zina eden iki Yahudi, Tevrat’a göre cezalandırılmıştır. Burada Hz. Peygamberin hakemliğinin / hâkimliğinin icrası söz konusudur. Dolayısıyla Hz. Peygamber, yüksek yargı icra makamıdır yani kesin karar merciidir.
Medine’deki Yahudilerin varlığı tanınıyor ve hukuki boyut kazandırılıyor. Sözleşme ile resmi ve hukuki boyut kazanan Medine devletinde tek lider ve başkan, Hz. Muhammed olmuştur. Yahudiler bu sözleşmeyle Hz. Peygamberin siyasi liderliğini kabul etmiştir. Yahudilere siyasi olarak özel bir statü tanınmamıştır. Sadece dini serbestlik ve hukuki özerklik/otonomluk tanınmıştır. Hz. Peygamberle özdeşleşen merkezi bir yönetim benimsenmiştir. Böylece siyasal düzende (idari, askeri, mali sistemde) birlik esas alınırken hukuk açısından gayr-i müslimlere özerklik tanınmış ve günümüzün ifadesiyle üst hâkimlik-son karar mercii yani yüksek yargı gücü ise Hz. Peygamber, kabul edilmiştir.
Askeri işler ve organizasyon yine Hz. Peygamberin komutasında yürümüş, Yahudiler ile diğer Araplar bu konuda da Hz. Peygamberin yönetimine tabii olmuştur. Onun izni olmadan dış (yani devlet sınırları dışındaki) askerî harekâta iştirak edemezler. Devletin merkezine (Medine’ye) saldırı durumunda ise yine onun kontrolünde gerekli savunmada bulunma ve mali sorumluluk alma da mükelleftirler. Buradaki temel husus şu olsa gerek: Medine, herkesin ortak yaşam alanı olup devletin merkezini ifade ettiğinden olası tehlike halinde mukim tüm kesimlere mesuliyet binmektedir. Burada durum sadece dini bir vecibe olmaktan çıkmaktadır. Düşmanın tehdit ve tehlikelerini bertaraf etmek, istihbari çalışmalar yürütmek, seriyyeleri (askeri birlikleri) harekete geçirmek, düşmanla doğrudan savaşa girişmek ise 'İslam’da cihad' boyutunu taşıdığı için ibadet hükmünde olduğundan burada gayrimüslim kesime bir teklif (bir nevi zorunlu askerlik), yüklenmemiştir. Fakat bu mücadelelerin nihayetinde halkın, devletin varlığının ve ülkenin selameti amacı da esas olduğundan mali yükümlülükleri bulunmaktadır.
Sözleşme ile Medine’de toplumsal ve siyasal mutabakat zapt altına alındı
Sözleşme ile Medine’de toplumsal ve siyasal mutabakat zapt altına alınmıştır. Bu mutabakat ile hiç kimse diğerinin aleyhine adım atamaz. Böylelikle birleşik bir Medine halkı meydana getirilmek istenmiştir. Zira hakların belirlenmediği ve güvence altına alınmadığı bir yerde insanların güvenlik içinde olmaları da mümkün değildir.
Hz. Muhammed’in (as) liderliğinde teşekkül eden, (sonradan) Medine Şehir Devleti olarak adlandırılan devlet; teokratik veya laik bir devlet değildir. Hukuku esas alan, Peygamberin yönetiminde işleyen farklı inançların haklarını derç eden, her inanç mensuplarının kendi dini hukuklarına tabi kılan, çağlar üstü, İslam hukuku merkezli, insani temelli bir sisteme haizdir." (İLKHA)
YASAL UYARI: Yayınlanan yazılı haber, fotoğraf ve videonun tüm hakları İlke Haber Ajansı Basın Yayın San. Tic. A.Ş.'ye aittir. Hiçbir surette haber, fotoğraf ve videonun tamamı veya bir kısmı yazılı sözleşme yapılmadan veya abone olmadan kullanılamaz.
Avukat Çetin Acu, Konya’da geçtiğimiz günlerde gerçekleştirilen "Narkokapan Konya Operasyonu" hakkında değerlendirmelerde bulundu. Türkiye’nin en büyük ikinci kapsamlı uyuşturucu operasyonu olarak kayıtlara geçen çalışmada, yaklaşık 450 kişi gözaltına alınırken, bunların büyük bir kısmı tutuklandı.
Mardin Artuklu Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi öğretim görevlisi Prof. Dr. Vasfi Aşur Ebu Zeyd, Beyaz Saray'ın Gazze planına dair analizlerde bulunarak, "Plan, Gazze’yi üretim tesisleri ve tünellerin imhası programları aracılığıyla 'Silahsız bir bölge' hâline getirmeyi; bağımsız gözlemcilerin denetiminde yürütülecek silahsızlandırma yollarını, 'Geri satın alma' programları ve savaşçıların yeniden entegrasyonunu öngören uygulamaları teklif etmektedir." dedi.
Müslüman halkın, evlatlarını İslami dairede yetiştirmek istemesini hazmedemeyen DEM Parti'nin, halkın inanç ve değerleriyle barışık olmadığı bir kez daha gözler önüne serildi.